Şimdi yükleniyor

Namlunun Ucunda

Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) Sinema ve Televizyon Bölüm Başkan Yardımcısı Öğretim Görevlisi Ahmet Goran, Kosova’da yaşadığı savaş muhabirliği deneyimi üzerine çarpıcı yaşanmışlığını bizlerle paylaştı.

Bugün Ortadoğu’da şiddetle artan bunalım ve mülteci dramının bir benzerinin, televizyon haberciliği yaptığı yıllarda özellikle Yugoslavya’nın dağılması sürecinde Balkanlar’da da yaşandığını anımsattı.

Kanal D televizyonunda haber kameramanı olarak görev yaptığı sırada Kosova’daki Sırp işgalini belgelemek amacıyla bölgeye gönderilen Goran, orada yaşadıkları ile meslek hayatının en zor sınavlarından birini verdiğini söyledi. Dönüşünden sonra bir travma da, Kosova’lı mültecileri ziyarete gittiğinde yaşadığını dile getirdi.
goran_web2

“Kosova’da etnik katliam vardı”

Günümüzde o yılları anımsamayan ve yaşamayan bir neslin varlığına dikkat çekerek Kosova’da Arnavutlardan, Türklerden, Boşnaklardan ve Sırplardan oluşan farklı etnik grupların yaşamlarını sürdüğünü hatırlatmakta fayda gören Goran, “Kosovada etnik katliam vardı. 90’lı yıllarda Yugoslavya’ya bağlı özerk bir bölge olan Kosova’da Milosevic’in idaredeki etkisini arttırmasıyla olaylar patlak verdi. Nüfus olarak azınlık olmasına karşın Sırplar, bu bölgenin tamamında hüküm sürme hayalindelerdi”, dedi. Ayrıca Goran, bu sürecin oluşumunda bölgenin altın rezervlerinin yoğunluğunun anlaşılmasının olaylara etkisinin yüksek olduğunu da ifadelerine ekledi.

“Neredeyse her gün eksiliyorduk”

Kosova’da görev yaptığı süre boyunca uluslararası basınla Prizren kent merkezinde aynı otelde konakladıklarını dile getiren Goran, “hemen hemen her gün bir gazeteci veya televizyoncu arkadaşımız yaralanıyor ya da hayatını kaybediyordu. Gazeteci öldürerek veya yaralayarak gözdağı verip, katliamın duyulmasını engellemeye çalışıyorlardı” dedi.

“Prizren’de abluka altında bir köy”

O gün abluka altındaki köye giderken birçok kontrol noktasından geçeceklerini biliyorlardı. Goran o anları şu şeklide ifade etti: “Karşı karşıya olduğumuz riskin farkındaydık fakat siz habere gitmezseniz orada bulunmanızın da bir ehemmiyeti kalmıyordu. Muhabir arkadaş, taksi şoförü ve tercüman kadınla beraber yola koyulduk. Henüz ilk kontrol noktasında Yugoslav ordusuna mensup Sırp askerler tarafından durdurulduk. Bir anda taksi şoförü ve tercüman panikledi. Sırp askerlerle aralarında gerçekleşen hızlı diyalogları bize aktarıyorlardı. İki askerin otomatik silahlarını başımıza hedef alarak tehditkâr biçimde yüzümüze bakmaları yetmezmiş gibi, yolun iki yanında duran tankların top namluları da arabamıza çevrilmişti…”

“Tankların namluları ikimize nişan aldı”

Tankların kendisi ve muhabir arkadaşına nişan alması üzerine Goran, “Sırp askerler taksi şoförü ve tercümanın gitmelerini, bizim ise kalmamızı istiyorlardı. Ölüm tehdidi altındaydık. Muhabir arkadaşım donup kalmıştı. O anda Sırp askerler ne söylüyorsa, taksi şoförü ve tercüman kadın ağlamaya başlamış, ben ise hayatımda hiç konuşmadığım kadar çok konuşmaya başlamıştım…”

“Bu oyundan sıkılmışlardı”

Ölümle yaşam arasındaki o gergin anları ifade eden Goran, “hayatta kalmak için akla hayale gelmedik şeyler anlatıyor ve anlattıklarımın askerler üzerinde sonuç vermesini bekliyordum. Sanırım işe yaradı. Anlattığım birbirinden alakasız onca şeyden galiba askerlerin de kafası karışmıştı ya da sadece bu oyundan sıkılmışlardı. Bize binbir hakaretler ederek arabamıza binip, defolup gitmemizi söylediler…”

“Hala emin değildim”

Araçlarına bindiklerinde kendisi hariç herkesin bir sinir boşalması yaşadığını ve ağladıklarını belirten Goran, “ben ise hala emin değildim. Tankların namluları aracımızı hedef almış takip ediyordu. Bizi aracın içinde vuracaklarını düşünüyordum. Bu oyunu böyle bitireceklerdi. Bir kaç yüz metre ilerideki yamacı geçen köşeyi döndüğümüzde ise artık ben de ağlıyordum. Sinirlerim boşalmıştı. Adrenalinle gelen geçici direnç bir anda kayboldu. İnsanların bu kadar zalim olabileceklerini anlamak mümkün değildi…”
Bu olayın üzerinden birkaç ay geçtikten sonra ise, Kosova’dan Türkiye’ye ağırlıklı olarak Türklerden ve Arnavutlardan oluşan mülteci akınları gerçekleşiyor, Trakya bölgesindeki mülteci kamplarına yerleştiriliyorlardı. Dönemin hükümeti ve sivil toplum örgütleri onlara yardım kampanyaları başlatmışlardı. Ahmet Goran da Kosova’da yaşadıklarının etkisiyle kendi deyimiyle, “onlara vefa borcu” hissetmiş, eşiyle birlikte bu kamplardan birine gitmeye karar vermişti.

“Taksiciyle karşılaşmak”

Kendisi ve eşinin çabalarıyla komşularından, yakın tanıdıklarından topladıkları bir araba dolusu giysi ve gündelik ev eşyası da alarak, Lüleburgaz yakınlarındaki mülteci kampına doğru yola çıktılarını belirten Goran, “kampta dolaşırken inanılmaz bir tesadüf oldu. Yüzlerce mültecinin arasından Kosova’daki o taksi şoförünü gördüm. İşte o an… Anlatılması güç duygular bunlar. Kendisine Kosova’da görev yaptığım süreçte misafir olmuştum. Sofralarında konuktum. Şimdi ise zor koşullar altında, bir mülteci kampında onları ülkemizde misafir ediyorduk. Şartlar çok değişmişti. O ve diğer mülteciler perişandı. Bakışları değişmişti, ifadeleri daha da sertleşmişti ama bir o kadar da kırılgandılar…”

“Hepimizin mülteci olma riski var”

Bunca deneyim ve yaşanmışlıktan sonra empati kurabilmenin insanlık adına önemine değinen Goran, “insanların yersiz ve çirkin ön yargıları var. Onlar, mültecileri suça meyilli, hırsız vs. sanıyorlar. Oysa mültecilerin de bir hayatları, aileleri ve nitelikleri var. Bugün bundan daha büyük bir dram yaşanıyor. O da Suriyeli mülteciler krizi. Türkiye’de yaşayan birçok insanın Suriyeli mültecilerden şikâyet ettiğini, hatta nefret ettiklerini görüyorum. Bu bana çok dokunuyor. Bu şikâyetleri eden insanlar o Suriyelilerin evlerinde bir nedenle misafir edilmiş olsalardı ve şimdi onları sokakta dilenirken görselerdi nasıl hissederlerdi? Empati kurmak gerek. Bunu içi boş bir kavram olarak söylemiyorum. Gerçekten empati! Zira hepimizin bu zor coğrafyada bir gün mülteci olma riskimiz var”, diyerek Kosova’daki yaşanmışlığın derin etkisi ile günümüz değerlendirmesini bizlerle paylaştı ve sözlerini noktaladı.