Güneş'e çıplak gözle bakmaya ne dersiniz?
Her insan hayatının belli dönüm noktalarında, geçmiş yaşantısının muhasebesini yapar. Filmlerin ölüm sahnelerinde gördüğümüz gibi, adeta geçmiş bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer. Bu dönüm noktaları aslında insan hayatındaki bazı şeylerin ölümünden farksız değildir. Bu sebepten insanlar bu dönüm noktalarında –önemli hayat olaylarında- ölüm anksiyetesiyle karşı karşıya kalırlar. Bu her insanda çok farklı şekilde görünebilir. Şekilleri farklı olduğu gibi yoğunlukları da farklı olabilir. Bazı insanlar bu durumdan çok fazla etkilenmezken bazı insanlarda etkisi çok fazla olabilir. Kitapla ilk tanışmam –isim olarak- üniversiteye başladığım ilk yıl, bir hocamın tavsiyesi üzerine olmuştu. Bir sene sonra kitabı edinip, bundan da bir yıl sonra yani 2013 yılında kitabı ilk okuyuşumu gerçekleştirip rafa kaldırmıştım. Ta ki bu zamana kadar, 2015 Mayıs. İkinci okuyuşumu da bu süreçte gerçekleştirmeye başladım. Zamanlaması mükemmel olan bir yüzleşme oldu benim için bu ikinci okuyuş. Kitaba şu alıntıyla başlıyor yazar; “Güneşin ya da ölümün yüzüne doğrudan bakamazsınız.” Şimdi düşünüyorum da acaba güneşe doğrudan bakmaya korktuğum için mi okumamı bu kadar ertelemiştim. Ayrıca kitabı ikinci okuyuşumda bir şey dikkatimi çekti. İlk okuyuşumla ikinci okuyuşum birbirinden çok farklıydı. Aslında ilk okuyuşumdan kitabın içeriğiyle ilgili pek bir şey hatırlamıyordum, sadece çok beğendiğim bir kitap olduğunu biliyordum. Fakat kitabı tekrar incelerken bir şey fark ettim; ilk okumamla ikinci okumamda ilgimi çeken yerler çok farklıydı, altı çizilen satırlar değişmişti. Bu da demek oluyor ki, bir insanın bile ölümle yüzleşmesi zaman değişince farklı oluyorsa; aslında her insanın ölüm anksiyetesini bastırma, yaşama ve ölüm anksiyetesiyle yüzleşmeleri farklı farklıdır ve farklı yoğunluklara sahiptir.
Her insan ölümden kendi tarzında korkar. Bazı insanlar için ölüm anksiyetesi hayatın arka planındaki müziktir ve her etkinlik o anın bir daha asla gelmeyeceğini düşündürür. Eski bir film bile içindeki bütün aktörlerin artık toprak olduğunu düşünmeden edemeyenler üzerinde çok güçlü bir etki bırakır.
Bazı insanlardaysa ölüm anksiyetesi daha şiddetlidir. Gece yarısı uykularından her an ölebilecekleri düşüncesiyle kuşatılmış bir şekilde panik halinde uyanırlar. Ölüm anlamı kişisel farklılıklara örnek olarak;49 yaşındaki İngiliz terapist olan Julia, yakın bir arkadaşının ölümü üzerine yazar Irvin Yalom’la terapiye başlar. Irvin Yalom’un ona ölümün onu korkutan yönünün ne olduğunu sorması üzerine cevabı net bir şekilde “Yapmadığım her şey.” olur.
Huzurevine taşınma eşiğinde olan Alice evindeki eşyalardan kurtulurken yoğun ölüm anksiyetesi yaşar. Irvin Yalom’un ona ölümün nesinden korktuğunu sorması üzerine; “ben artık olmayacağım… Sonları görmek istiyorum. Oğluma ne olduğunu görmek için orada olmak istiyorum.” cevabını verir.
Aynı şekilde yazar Irvin Yalom kanserli hastalarla terapi yaptığı dönemde ölüm anksiyetesi yaşamaya başladığını fark edince, fikirlerinden çok etkilendiği Rollo May’e terapiye gitmeye karar verir. 3 yıl boyunca her hafta yaptığı görüşmeler neticesinde Irvin Yalom, ölüm konusunda onu en çok düşündüren şeyin “ölüme eşlik eden tecrit hali” olduğunun farkına varır.
Evet, yazar Irvin D. Yalom, Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek adlı kitabında bizi bu gerçekle yüz yüze getiriyor. Yazar ölümü anlatmıyor, peşimizi bırakmayan o ölümcül korkuyla yüzleşmemizi sağlıyor. Kitap içerisinde özellikle Yunan filozofu Epikouros’un fikirlerinden yararlandığını söylüyor. Kitapta Epikouros’un felsefenin amacının, insanın mutsuzluğunu gidermek olduğunu ve bu mutsuzluğun kaynağının da her zaman ve her yerde var olan ölüm korkumuz olduğuna inandığından bahsediyor. Özellikle 4. Bölüm olan “Fikirlerin Gücü” bölümünde Epikouros’un bu konudaki yardımcı fikirlerine değiniyor. Epikouros’un M.Ö. 341-270 yıllarında yaşadığını göz önünde bulundurursak, günümüzde de halen ölüm korkusunu yaşıyor oluşumuz, onun bu düşüncesini daha geniş çapta destekler nitelikte.Her anı ölümün tamamen farkında olarak yaşamak hiç kolay değildir. Bu güneşe dosdoğru bakmaya benzer: fazla dayanamazsınız. Hayatımızı korkudan donmuş bir şekilde geçiremeyeceğimiz için ölüm korkusunu yumuşatacak yöntemler üretiriz.
Yazar ölüm korkusunu yumuşatacak yöntemlere; insanların çocukları vasıtasıyla kendilerini geleceğe yansıtmasını, daha fazla zenginlik, şöhret peşinde koşmak gibi saplantılı arzuları örnek veriyor. Ergenlerde ölüm korkusuna karşı daha farklı yöntemler görünebilir. Bunlar bazen paraşütle atlama gibi adrenalin içeren sporlar yaparak, ölüme meydan okuma şeklinde görünürken; bazen de şiddetli video oyunları oynayıp ölümün efendileri rolünü üstlenerek, ölüme karşı bir duruş sergileme şeklinde görünebilir. Kitapta 2 temel bölüm bulunmakta. Kişi ilk olarak uyanma deneyimi yaşayarak kendi ölümlülüğünün farkına varır. Ardından kitap içerisinde özellikle 4. ve 5. bölümde bulunan bazı fikirler yardımıyla; kişinin ölüm korkusuyla, daha anlamlı bir yaşam yer değiştirebilir. Uyanma deneyimi Uyanma deneyimi kısaca hayatı daha anlamlı yaşamayı sağlayacak ölümle yüzleşme deneyimidir ve bir nevi varoluşsal şok terapisidir. Kişi uyanma deneyimiyle beraber gündelik varoluştan ontolojik varoluş farkındalığına geçer. Kitapta Alman filozofu Heidegger’in bu iki varoluş tanımına değiniyor. Heidegger’in açıklamasına göre; gündelik varoluşta insan, fiziksel görünüş, mülkiyet, saygınlık gibi çabuk unutulabilecek şeylerin varlığına odaklanıyor. Fakat ontolojik varoluşta, ölümlülük gibi hayatın değişmez özelliklerinin farkına varıp, hayatında daha anlamlı değişiklikler yapmaya açık oluyor. Ayrıca kişinin gündelik varoluştan çıkıp değişimin sağlanacağı ontolojik varoluş farkındalığına geçişinin dileyerek, çabalayarak olamayacağından; bu geçişin sadece yaşamsal ve geri dönüşü olmayan deneyimler ile yani uyanma deneyimiyle gerçekleşebileceğinden bahsediyor. Uyanma deneyimi yas, yani bir yakının ölümüyle olabilir. 75 yaşlarında olan Alice kocasının alzheimer hastalığına yakalanması üzerine Irvin Yalom’a terapiye gelmeye başlar. Alice kocasının çöküşünü gün be gün yakından izlemektedir ve her an ona destek olmaktadır. Kocasının ölümü üzerine Alice, kocasını kaybetmenin yasıyla sürekli ona bakmak zorunda kalmanın ağır yükünden kurtulmanın verdiği rahatlık hissinin getirdiği karmaşık duygular yaşar. Alice’in kocasının ölümü kendi ölüm anksiyetesini ortaya çıkartır. Cenazenin ardından Alice evde yalnız kalınca bazı sıkıntılarla karşı karşıya kalır. İlk olarak eve bir yabancının girmesinden korkmaya başlar fakat yaşadığı sokak aslında hala eskisi kadar güvenilirdir. Alice ölüm korkusunu eve yabancı birinin gelmesinden korkarak dışsallaştırır. Bunun ardından Alice gördüğü bir rüyayla yaşadığı korkunun kaynağının farkına varır, bu şekilde bu korku daha açık bir hale gelir. Rüyayla ilgili çağrışımları Irvin Yalom’la terapi anında konuşurken, rüyasının onun ölüm korkusunu ortaya çıkardığını fark ederek eve girmesinden korktuğu yabancının aslında kendi ölümü olduğunu fark eder. Eğer kocası öldüyse, o da ölecektir. Alice daha sonra yaşadığı sağlık problemleri nedeniyle huzurevine yerleşmeye karar verir. Evinden ayrılacağı için evindeki hatıralarla dolu eşyaların hepsinden kurtulması gerekir. Bu süreçte Alice daha yoğun bir uyanma deneyimi yaşamasını sağlayacak bir olay yaşar. Evin yeni sahipleri evin tamamen boşaltılmasını isteyince, duvardaki rafları da söktürür ve rafın ardındaki duvarın rengi, onu 40 yıl önceye götürür; ardıç kuşu yumurtası mavisi! 40 yıl önce Alice o eve taşınırken duvarlar o renge boyalıydı ve evi satın aldığı kadın Alice’in şu anki yaşlarındaydı. Alice o kadının yüz ifadesinin Alice’in şu anki duygularıyla aynı duyguları yansıttığını hatırlıyordu. Alice bu deneyimiyle kendisinin de evin eski sahibi gibi fani olduğunu gerçek anlamıyla idrak eder. Ayrıca Alice kendisinin fani olduğu gibi aslında o evin de fani olduğunu, günü geldiğinde o evin de yıkılıp yerini başka yeni bir eve bırakacağını düşünmeye başlayarak ontolojik varoluş farkındalığına geçer. Kitapta bu farkındalıktan sonra Alice’in hayatının son zamanlarını Irvin Yalom’u şaşırtacak bir mutlulukla devam edişini anlatıyor. Yasın dışında önemli kararlar, hayatın dönüm noktaları (lise ve üniversite arkadaşlarının toplanması, miras düzenlemeleri, doğum günleri ve yıldönümleri), rüyalar, terapinin sona ermesi de uyanma deneyiminin gerçekleşmesini sağlayacak nedenlerdendir. Benim uyanma deneyimim, üniversite hayatımın son döneminin getirdiği karmaşık duygularla beraber bu kitabı tekrar raflardan çıkarıp okuyuşumun birleştirdiği bir süreçten doğdu. Mezuniyet; üniversite hayatımın, bununla beraber öğrencilik hayatımın ve 5 yıldır yaşadığım ada hayatımın ölümüyle eş değerdi benim için. Tam da bu süreçte bu kitapla tekrar buluşmam bu durumun farkına varmamı ve aslında bunun bana kendi ölümlülüğümü hatırlattığını fark etmemi sağladı. Ve bu uyanma deneyimi sonrasında kitapta bahsedilen ölüm korkusunun üstesinden gelmeye yardımcı fikirlerden yararlanarak hayatıma yön vermemi sağladı. Bu yazı o fikirlerin birinden doğdu; dalgalanma! Dalgalanma Dalgalanma kavramı ölüm korkusuyla baş edebilmemize yardımcı olabilecek fikirler içerisinde beni en çok etkileyen fikir oldu. Dalgalanma her insanın bilinçsiz bir şekilde kendi yaşam deneyiminden bir parçayı diğer insanlara aktarmasını ve bunun nesiller boyunca devam etmesini ifade eder. Dalgalanma kişinin bir özelliğini, bilgeliğini, rehberliğini veya iletişim esnasındaki duygularını diğer insanlara aktarması yoluyla olabilir. İnsanlar çocukları aracılığıyla genlerini aktararak, organ bağışlarında bulunarak, bunun yanında sanatsal ya da siyasi başarılarla şöhret yoluyla, bazı kurumlara adını bırakarak, bilime katkıda bulunarak da dalgalanmayı gerçekleştirebilir. Yazar dalgalanma kavramını bir göldeki dalgaların görünmez olana kadar sürüp, nano düzeyde devam etmesine benzetir. Yani bu demek oluyor ki, insan fani olmakla birlikte kendi yaşam deneyiminden bazı şeyleri ölümsüzlüğe ulaştırabilir. Bu ölümsüzlük için kişisel kimliğin korunmasına gerek yoktur. Kendimizden bir şeylerin diğer insanlar üzerinde ölümsüzlüğe ulaşmasını bilmek başlı başına rahatlatıcı bir sebep. Ölüm anksiyetesini uzun yıllar yaşayan Barbara katıldığı okul toplantısında ergenlik zamanındaki yakın arkadaşını yıllar sonra ilk kez görüyordu. Arkadaşı Barbara’yı görünce ona çok samimi davranarak ergenlik zamanında ona gösterdiği destek için minnettar olduğunu ifade etmişti. Unutulmuş bir arkadaşıyla karşılaşmak Barbara için dalgalanmayı gerçekçi bir hale getirir. Barbara ölümün sandığı gibi bir yok oluş olmayabileceğini, kendisinin ve hatıralarının bile geride kalmasının o kadar önemli olmayacağını, önemli olan şeyin dalgalanmanın kalıcı olmasının gerektiği gibi düşüncelerle o toplantıdan ayrılır. Yazar dalgalanmanın aynı zamanda ölümün yalnızlığını hafifletmeye yardımcı bir araç olduğunu Ortaçağın ahlak dersi veren oyunu “Everyman” ile çok güzel açıklıyor. Oyunda Everyman ölüm meleği tarafından ziyaret edilir, bunun üzerine Everyman ölüm meleğinden biraz daha müddet ister, bu isteği yerine getirilmeyince bir ricada daha bulunur; ölüm yolculuğunda ona eşlik etmesi için birini davet etmeyi ister. Melek bu ricasını kabul eder. Everyman oyunun geri kalanında ölüm yolculuğunda kendisine eşlik edecek birini aramaya başlar. Fakat bütün arkadaşları, akrabaları, hatta dünyevi eşyalar, güzellik, güç, bilgi gibi metaforik figürler bile Everyman’ı reddeder. Oyun sonunda bu yolculuğa yalnız çıkmayı kabullenmişken, kendisine ölüm yolculuğunda eşlik etmeye istekli bir arkadaş bulur; İyi davranışlar. Yazar bu oyunu; iyi davranışlarımızın bizim dışımızda da var olduğunun farkında olmamızın yani dalgalanmanın, son yolculuğun acısını ve yalnızlığını azaltabileceği şeklinde yorumluyor. Irvin Yalom dalgalanmanın dışında kendisinin ve danışanlarının ölüm anksiyetisiyle baş edebilmeleri için Epikouros’un, Nietzsche’nin ve Schopenhauer’in fikirlerinden de yararlanıyor. Epikouros’un üç iddiasından yararlanıyor; ruhun ölümlülüğü, ölümün nihai hiçliği ve simetri iddiası. Yazar danışanlarıyla görüşmeleri neticesinde, terapi anında ünlü filozofların sözlerine atıfta bulunmanın danışanlarının çoğunu rahatlattığını fark eder. Bu rahatlatmanın nedenini endişelerinin evrenselliğini fark ediyor oluşları ve ünlü filozofların bile kendileriyle aynı problemlerle karşılaşıp, bunu zaferle sonuçlandırmış olmalarını fark etmelerine veriyor. Son bölümü yazar ölüm anksiyetesiyle uğraşan terapistler için yazmış. Yazarın terapistler için ayrı bir bölüm yazmasının nedeni; mesleğe ilişkin okulların varoluşçu yaklaşım konusunda çok az bilgi vermesi ve genç terapistlerin yazara ölüm anksiyetesini fazla sorgulamadıklarını, çünkü alacakları cevaplar karşısında ne yapacaklarını bilemediklerini ifade etmeleridir. Kitap içerisinde yazar, hem kendi tecrübelerinden, hem danışanlarıyla yaşadığı tecrübelerden örnekler sunarak, ölüm korkusunun hayatımızın her anında nasıl bizim yakamıza yapıştığından ve değişik yöntemlerle bu korkudan insanların nasıl kaçmaya çalıştığından bahsediyor. Terapistin böyle bir durumda nasıl rehberlik edebileceğini çok açık bir dille anlatıyor. Son olarak kitap herkesin anlayabileceği bir dille yazılmış bir kitap. Psikoloji üzerine eğitim almamış bir insanın da gayet rahatlıkla bu kitabı anlayabileceği bir dille yazılmış. Yaşamın olduğu her yerde ölüm ihtimali, dolayısıyla ölüm korkusu mevcut; ölüm korkusuyla yüzleşip, bu korkuyu hayatında olumlu şekilde dönüştürmeye açık herkese rehber olabilecek bir kitap. Ama özellikle her terapistin muhakkak okuması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Çünkü “ölüm ölmüyor” ve ölüm korkusu hayatımızın her alanında saklanabilmeyi beceriyor. Bir terapistin ölüm korkusunu saklandığı delikten çıkartıp, danışanlarını bununla yüzleştirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Daha anlamlı bir hayat için. sevdezgin@gmail.com]]>